2 Aralık 2010 Perşembe

Geçenlerde okuduğum ve beğendiğim Salim Kadıbeşegil'in yazısını sizinle paylaşıyorum...

HANGİ SİVİL TOPLUM KURULUŞUNUN YÜZDE KAÇ PAZAR PAYI VAR? 


Bugünlerde birçok sivil toplum kuruluşu harıl harıl sosyal sorumluluk sevdalısı şirketlerin kapısını aşındırıyor.

Tek beklentileri “dünyaya yeni gelen bir bebek” gibi özen gösterdikleri sosyal projeleri için kaynak bulmak…

Uzunca bir süredir “sosyal sorumluluk rüzgarı” esiyor.Vicdanlarımızı “aklamakla” “fırsatçılık” arasında gidip gelen bir tonlaması var esen rüzgarın.

Özellikle geride bıraktığımız yüzyılda daha iyi bir yaşam adına;İnsan haklarını “yok” saydık!

Doğadan ödünç aldıklarımızı geri vermemeyi marifet bildik…

Açlık ve yoksulluğa terkedilişi “kaderleştirdik”!

Salgın hastalıkları Tanrı’nın gazabı diye geçiştirdik…

Rüşveti “bahşiş”, Suistimali “süreç”, Yolsuzluğu “oyunun kuralı” belledik!

Biri Berlin’de diğeri Wall Street’te iki duvara çarpınca“başarının” ve “zenginliğin” parayla ilişkili olamayacağı gerçeği ile yüzleştik! (Daha değil ama “eli kulağında”)

Tam “tıkandık” ,”tükendik” derken…

Belki de “engelli bir gezegenin” son yardım çağrılarından esinlendik ve“sosyal sorumluluğu” icat ettik!

Yani, 150 yıldır süren “sorumsuzluklarımızın” üzerine örtmek istediğimiz bir “battaniyeyi”…

Bunun da “suyunu çıkartmak” üzereyiz. “Sorumluluk” adına, “sorumsuzlukların” daha ön plana çıkmakta olduğu bir dünyanın kapısından içeri giriverdik!

Öyle bir noktaya geldik ki…

Sanki şirket yöneticileri ellerinde sepetleri STK pazarında alışverişteler…

Raflardan proje seçiyorlar.

Tüketici gözünde hangi proje ile daha fazla puan alırlar ve dolayısıyla satış yaparlar!

Durum böyle olunca bazı STK’ların sağladığı kaynaklar diğer STK’ların olası kaynaklarının köküne kibrit suyu damlatıyor.

Yani STK’lar arasında bir pazar payı kavgası görünümü var.

Geçmişinden ders çıkartmayan iş dünyası, sosyal sorumluluğu “iş” gibi yönetmek istiyor.

Satın alma süreçlerini geçerli kılıyor!

STK’ları neredeyse birbirine kırdıracak!

Rekabeti olabildiğince körüklüyor!

Oysaki sosyal sorumluluk samimiyettir.

Çünkü sosyal sorumluluk önce “bireysel sorumluluktur”!

Bireyleri yeterli sorumluluk bilincine ulaşmış şirketlerin yönetim kademelerinde kendilerini bu bilinçle donatmış yöneticiler oturur. O zaman koltuklarının altında dolaştırdıkları dosya “kurumsal sosyal sorumluluk” olabilir!

Ancak o zaman bu yöneticiler STK’ları birbirine kırdırmak ve bunlar arasında “konkur” yapmak yerine, toplumdan ödünç aldıklarını yine topluma iade edecek işbirliği zeminlerini uzun dönemli oluşturabilirler.

Unutmayalım… Bu yüzyıl “bireylerin küreselleştiği” bir yüzyıl olacak.

Bireylerin küreselleşmesinin izdüşümü sivil toplum kuruluşları olacak.

Yani bir anlamda sivil toplumun yüzyılı olacak.Kendilerini ve projelerini adı sanı “büyük” şirketlerin gündemlerinde bozuk para etmek istemeyen sivil toplum kuruluşları bilmelidirler ki;Çalışanlarının en az yarısının bir sivil toplum kuruluşunun üyesi olmayan şirketlerden bir hayır gelmez…

Çalışanlarının en az yarısının şirketin gönüllülük projelerinde aktif olarak görev almadıkları kuruluşlardan bir hayır gelmez.

Genel müdürlerinin sade, basit giysiler içinde ve yeri geldiğinde ayakkabıları çamurun içinde sosyal projelerin içinde çalışanlarına örnek olmayan şirketlerden bir hayır gelmez.

Gelse gelse, sivil toplum kuruluşlarının proje önerilerine “hayır” cevabı gelir!

Salim Kadıbeşegil

23 Kasım 2010 

3 Kasım 2010 Çarşamba

Mark Zuckerberg Türkiye'de olsa idi ancak nasihat alırdı..

Dün akşam eşim ve kızımla David Fincher'in uzun zamandır beklediğim Sosyal Ağ-Social Network ya da halk arasındaki tabiri ile 'Facebook Filmi 'ne gittim.
Aslında David Fincher'in Seven ve Fight Club hariç  filmlerini pek sevmem. Benjamin Button, Zodiac, Panic Room, Game gibi filmlerde Fincher hep benim sevdiğim filmin 'zirve' yapması formatını kaçırmıştır. Ben klasik giriş gelişme sonuç severim. Buna rağmen Ben Mezrich'in Kazara Milyarder'ler - Accidental Billioners kitabını çok beğenmiştim. Kitabın önsözünde yazan 'Tüm olay kızlarla birlikte olabilmek içindi-It was all about the girls' cümlesi beni çok etkilemişti. 

Aaron Sorkin ise senaryo haline getirmiş. Getirirken de geri dönüş-flashback yöntemini sıkça kullanmış.

Her neyse, film için bir yorum yapamayacağım çünkü kitabı aynen taşımış yönetmen. Oyuncular vasat, hareket yok, tamamen konuşmadan oluşuyor...

Ama bir dakika bile koltuğunuzda sıkılmadığınız bir film olmuş. Çünkü hikaye çok ilginç...

Konu Facebook’un kuruluş öyküsü. Filmin başında Facebook'un kurucusu Mark Zuckerberg’in kız arkadaşıyla yaptığı ve aslında Harvard'daki öğrenci klüplerine olan saplantı derecesindeki ilgisini anladığımız  bir sahne var. Sonra Mark aynı gece sarhoş kafayla kıza olan kızgınlığından Harvard'ın tüm öğrenci klüp ve derneklerinin website'lerinden topladığı öğrenci resimlerini karşılaştıran facemash.com adlı bir site kurup Harvard'ın sistemini çökertiyor. Çünkü binlerce hit alıyor sistem iki-üç saat içinde. Sonra devreye ikiz  Winklevoss kardeşler (tek kişi tarafından canlandırılmışlar) girip Mark'a bir fikir veriyorlar. @harvard.edu'nun dünyanın en havalı extension'u olduğunu, Harvard'lıları birbiriyle tanıştıran bir sitenin dışardan alacağı üye istekleri ile sitenin çok gelecek vaad ettiğini söylüyorlar.

Bu arada Mark'ın en büyük yardımcısı en yakın arkadaşı Eduardo Severin. Mark gazı aldıktan sonra siteyi tasarlıyor ve Winkelwoss'ları ekmeye başlıyor. Sonra Napster'ın kurucusu sabıkalı oportunist Sean Parker devreye giriyor ve de Mark'ın Eduardo'yu da saf dışı bırakmasını sağlıyor. Zaten tüm film de Eduardo ve Winkelwoss'larla olan davaların görüşmeleri ve tutanakları çevresinde ilerliyor.

Fincher burada klasik tuzağa düşerek internet'i ve hikayeyi tesadüfi göstermemiş. Aksine yorum yapmamış kararı seyirciye bırakmış . İyi ki de bırakmış. Çünkü bence bu filmden hepimizin çıkaracağı değişik sonuçlar var. Olmalı da. Çünkü kitap da film de bir tartışma platform'u yaratmak için yapılmış, taraf tutmak için değil.

Peki ben ne sonuçlar çıkardım bu filmden ? Çıkardığım sonuç 4 meslek grubunun bu filme gitmesi ve buradan dersler çıkarması.

1) TEKNOLOJİ FİRMALARI
Birincisi bir yazılım firması yöneticisi olarak en etkilendiğim sahne Eduardo banka hesaplarını dondurunca Mark'ın ona “Bu site bir saniye bile çökmemeli, hiç çökmemeli, bir kez çökerse domino taşı gibi yıkılırız.”demesi. Bu bizim meslekte olmayanlara birşey ifade etmeyebilir ama aslında büyük bir şirket felsefesini belirliyor. Mark'ın kafasındaki felsefeyi. Çünkü istatistikler gösteriyor ki girmeye çalıştığımız siteye giremediğimiz zaman çok ciddi bir sıkıntı ve kızgınlık hissediyoruz ve bu birkaç kere tekrarlarsa o siteye olan bağlılığımız süratle düşüyor. Ayrıca bir sitenin devamlı ayakta kalması donanım olduğu kadar yazılımla da alakalıdır ve burada Mark Zuckerberg'in çok iyi bir tasarımcı, yazılımcı ve sistem analisti olduğunu da anlıyoruz. Demek ki Facebook tesadüfen iki kişinin çıkardığı fikir değil arkasında ciddi Ar-Ge'nin olduğu bir teknolojik altyapı.

Benzer bir yorumu da Google için yapabiliriz. Hala bizim ülkemizdeki teknoloji insanlarına göre bir 'portal' olan Google, aslında onbinlerce basit bilgisayarı paralel bağlayarak tek bir işlemci gibi çalıştırma inovasyonunu göstermiş bir firmadır. Ama bu hep gözden kaçar. Bizim teknoloji sektörümüz hep bir gecede gelecek başarı bekler durur.

2) HOLDİNGLER VE İŞADAMLARI
İkincisi, bu filme konu olan Facebook'un filmin sonunda yer alan bilgiye göre bugünkü değer 25 Milyar ABD Doları. Şu an Türkiye bildiğim kadarı ile dünyanın en büyük 17'nci ekonomisi, ve bizim ülkemizde bildiğim kadarı ile bırakın 25 Milyar'ı bırakın 20 Milyar'ı 16-17 Milyar eden firma sayısı bir iki !!! Koskoca ülke, 70 milyon ve inanılmaz dinamik genç bir nüfus, bölgesinde ağabey olmuş bir Türkiye, ilk defa teknoloji'den anlayan bir hükümet, ve de Facebook büyüklüğünde bir tek firmamız bile yok. Neden ?

Çünkü bizim işadamımız, holdingimiz son 60 yıldır (Türk ekonomisinin modern tarihini Demokrat Parti'den bu yana varsayarsak) üç şeyden para kazandı.

1) Devlete iş yapma
2) Kapalı bir ekonomide içerde istediği gibi at koşturma
3) İnşaat.

Hala hepsi bunu yapmaya çalışıyor. İkinci madde artık yok ama hala zihniyet aynı maalesef.
Artık sizce de şapkayı öne alıp düşünme zamanı gelmedi mi ?

3) DEVLET
Şu an Facebook'un 500 milyon üyesi var. Dünyanın  dört bir ucundan 500 milyon kişinin tüm kişisel bilgileri bir Amerikan Şirketinin elinde. Artık dünyaya egemen olmanın-global domination yolu tanktan toptan tüfekten değil 'bilgi'den geçiyor. Bunu Türkiye'yi yönetenlerin iyi anlamasının çok önemli olduğuna inanıyorum.

4) BANKALAR, FİNANSÇILAR ve (RİSK SEVMEYEN) RİSK SERMAYEDARLARI
Filmde şu olay gözden kaçmıyor. Mark ve Eduardo (paraları o veriyor) daha 20.000 dolar civarı yatırmışken yatırımcı Peter Thiel (Paypal'ı -2002 Ekim'de eBay'e 1.5 milyar dolara satılan- kuranlardan) 500.000 dolar yatrım yapıyor. Şimdi ister istemez düşünüyorum. Bu iş Türkiye'de olsa idi. Yani 7 sene içinde sıfırda 25 milyar dolar değere ulaşacak olan yani açık ara Türkiye'nin en değerli şirketi olacak olan Facebook'u kuran Mark Zuckerberg Türk olsa idi ve bu fikri ve girişimi ile ilgili Türk yatırımcılarına, risk sermayedarlarına, bankalara, M&A uzmanlarına gitse idi ne olurdu ? Hemen söyleyeyim:

Avcunu yalardı. Değil 500.000 dolar, 5 dolar bile alamazdı. Çünkü görüştüğü tüm bu finans guruları ona şu nasihatları verir bir de çay ısmarlarlar ve de başlarından atarlardı.
- Böyle boş işlerle uğraşmayın. Bu konunun geleceği yok.( Nüfusunun %50'sinin 27 yaşının altında olan bir ülkede!)
- Bu konu stratejik değil (Ekmek fabrikaları, ambulans zincirleri, sinema salonları çok stratejik ama internet değil!)
- Biz şu anda yalnızca enerji, perakende ve inşaat şirketlerine yatırım yapıyoruz vs. vs.

Kısacası başlığımıza geri dönelim; Mark Zuckerberg Türkiye'de olsa idi ancak nasihat alırdı..

Hepinize saygılar sunuyorum...

Ali